ABDULLAH AYAN

ABDULLAH AYAN

10 Mart 2025 Pazartesi

Şair Hüseyin Rıfat* gözüyle 88 yıl önceki Mersin…

Şair Hüseyin Rıfat* gözüyle 88 yıl önceki Mersin…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

ABDULLAH AYAN

1937’ de dönemin ünlü şair ve yazarlarından Hüseyin Rıfat çıktığı Anadolu seyahatinde Mersin’ i de ziyaret eder…

Rıfat, Mardin’ den Mersin’ e uzanan o yolculuk izlenimlerini 17 Ağustos 1937 günü dönemin çok okunan, etkili gazetesi Haber’ de (Akşam Postası) kaleme alır.

“Mersinde bir Anka kuşu!

Belediye! Yüz yaşına bile girmeyen Mersin bu muydu? Bu bakımsızlığa şaştım! Başlıklı gezi notlarını dönemin Mersin’ ini yansıtması bakımından ilginç geleceği düşüncesiyle olduğu gibi aşağıda paylaşıyorum…

**

“Mersinde bir Anka kuşu!

Bütün ağızlarda çöl çöl diye tekrarlanan Mardin önündeki geniş ve birçok mahsul yetiştiren olayı görmek için otomobil ile yaptığım bir seyranda güneş bana  dokunmuş olmalı ki dinlenmek ve kendimi toparlamak için Mersin’e indim..

Malatya yüksekliklerinden Fevzipaşa yamaçlarından inip de biraz ilerleyince önüme Adana’nın meşhur ovası çıktı;

Mardin çölünde gördüğüm gibi burası da karış karış ekilmiş gene sağlı sollu her tarlada öbek öbek köylüler çalışıp didiniyor..

Adana’dan sonra Yenice istasyonundan ayrılan tren mütemadiyen ‘beyaz altın’ pamuk tarlaları içinde adeta yüzüyor gibi bir şey..

Tarsus’tan ayrıldıktan sonra işte uzaklarda mavi Deniz görülmeye başladı bilmem biz sahil çocukları denize neden bu kadar düşkünüz?

Mavilikleri görür görmez kendimde hemen bir dirlik hissetmeye başladım.

Uzaktan mavi kordela gibi görünen ve Türk’ün alnı kadar tertemiz olan Akdeniz genişledi, evvela bana çalışma hissini veren istasyon yolunun toprağı tozu içinden arabam beni Ziya paşa otelinin arkasındaki serin gazinoya bırakınca, saatler ve saatlerce dalgaların sahile vura vura okudukları ninnileri dinleyerek uzun bir rehavete dalmışım…

Ooh!. Bir buçuk aylık durup dinlenmeden hareketten sonra bu sükun.. Anlıyorum anlıyorum; çoktandır da anladım, herhalde ölüm de, hayat denilen didinmenin, yorulmanın dinlenmesi…

Küçük çantamı termosu mu yukarı otele götüren garsonun getirdiği vesikayı doldurduktan sonra yanıma gelen resmi bir memura gazeteci olduğumu ispat edinceye kadar epey müşkülat çektim. Böyle bir vesikaya sahip değildim hatta lüzumunu düşünmemiştim bile.

Bereket versin şimendifer pasoma; elimde ondan başka hüviyetimi gösteren bir şey yok. Şehri dolaşsam herhalde belki de dostlara rastlayacaktım, rastlayacaktım ama şu dakikada ne yapabilirdim?

Mersin’e geldiğim trenle ve Adana yoluyla bir gün evvelki İstanbul gazeteleri de gelmiş, satıcılar birbiri arkası sıra gazetelerin isimlerini sayıyorlar.

İşte Bir Sabah gazetesinde Mersin muhabirinden alınan bir mektup, mektubun başında da güzel bir resim.. Onu yazan yoldaşımın iyi gören yazdığı yazılardan sevindim. Akdeniz’in pırlantası Mersin yorgunluğumu dindirecek her vasıtaya malik demek.

Sağlı sollu, denize uzanmış iki uzun iskele..

İskele üzerinde 8-10 kadar otomatik vinç, bir ikisi çalışıyor ötekiler galiba iş günlerini bekliyorlar..

Yarım banyo denebilecek kadar odamda yıkandıktan sonra, şehrin sokaklarına dolaşmaya çıktığım zaman gördüğüm şey ve manzaraların, o gazeteci arkadaşın yağlandıra ballandıra yazdığı yazılarla taban tabana zıt olduğunu görünce ne yalan söyleyeyim şaştım kaldım.

Daha 100 yaşına bile girmeyen genç Mersin bu muydu?

Yoksa o gazeteci arkadaş mektubunu İstanbul’da masasının başında mı yazmış olacak? Zaten Deniz boyunca uzayan fakat eni bir çeyrek saat bile sürmeyen şehrin arka sokaklarına düştüğüm zaman kağnıların ovalarda geçtiği tarla yollarından birine saptım zannettim.

Diz boyu toz! Yolu uzunlamasına değil karşıdan karşıya geçmek bile kabil değil; acaba buraların kış hali ne ola ki?

Geriye dönerek ve gazetedeki resimde gördüğüm belediye bahçesinin olduğu yeri öğrenerek caddeyi tuttum:

Bahçenin kapısındaki kırmızı parmaklıklar ile resmi hemen hatırlayarak içeri girdim. Evet; temiz, güzel, modern, göreni hemen sevindiren bir yer; fakat gazinoya 150-200 adım kala karşıma çıkan bir köpeğin bende uyandırdığı tiksintiyi bir türlü yatıştıramıyordum, kıpkızıl sade deri her tarafı cerahat kan içinde uyuz!

“Herhalde burada belediye yok” diye diye köpeğin yürüdüğü yerin karşı tarafına iğrenerek geçtiğimi gören bir zat;

-Bu köpek haftalardır ki bu taraflarda dolaşıyor gören aldıran yok! diyordu.

Anladım ki Mersin’de de bilhassa belediye işleri ile ve aynı zamanda İstanbul, İzmir, Samsun limanlarına Büyük bir rakip olduğu için Mersin ticaretiyle daha ziyade meşgul olacağım.

Çünkü elimdeki iktisadi bir harita Mersin’i bana 16 vilayet mahsulünün mahreci olarak gösteriyor, çatanalar, römorkörler beşik gibi sallanan yüze yakın mavnalar, iskeleler üzerindeki vinçler, hep onu teyit ediyorlar. Mersin’in şöhretiyle şehrin hali arasında bu ne büyük tezat…

Gazinoda gazetelerimi bir kere daha gözden geçirirken -bu kadar çok gazete okuyan bir adamın herhalde gene bir gazeteci olacağına hükmetmiş olmalı ki- yanıma bir zat sokuldu ve elinde tuttuğu o Sabah gazetesini uzatarak dedi ki;

-Herhalde gazetecisiniz zannederim şu satırları yazan zat aldanmış olacak müsaade ederseniz ve ne vakit müsaadeniz olursa ben size şehri gezdireyim ve buranın yerlisi ve malumat sahibi olmak itibarıyla sizi tenvir edeyim bilmem rahatsız eder miyim?..

Göklerde aradığını yerde buluveren bir kimse haliyle ve memnuniyeti ile teşekkür ettim o kadar anlattı o kadar yandı yakıldı ki söylediklerini biraz uzamış olan buraya ilave etsem kim bilir ne kadar daha uzayacaktı.

Benim gördüklerimi bu zat ta tasdik ediyorsa da bir kere daha başkalarından dinlemeyi tercih doğru ve iyi olurdu.

Belediye bahçesinin bende bıraktığı iz, o arkadaş gibi belediyenin faaliyeti yerine Mersin’e ahalisinin ne kadar terbiyeli, çalışmaya düşkün, alayişe, gösterişe yabancı olduklarını gösterdiği cihetle burada kısaca bundan bahsetmeden geçemeyeceğim.

Bahçeyi belediye yapmamıştır; orasını Kumluk denecek haliyle bir müstecir kiralamış ve görülen her şeyi kiraya mahsuben kiracı yapmıştır hem de temiz bir zevk, yüksek kabiliyet ile.

Geceleri geç vakitlere kadar mağazalarında yazıhanelerinde çalışan iş adamları kravatsız ceketsiz hemen hep burada toplanıyor. Dansları milli şarkıları o kadar sessizlik içinde dinliyorlar, alkışlıyorlar ki hayret edilir.

Aktörleri dansözleri çok alkışlıyorlar fakat hoşumuza gitti diye de tekrar tekrar sahneye çıkartmak suretiyle yormuyorlar.

Tertemiz şık bir sahne: her taraf hatta sandalyeler masalar bile gülüyor. Yüzlerce kuvvetli ampul altında çoluklu çocuklu aileler.. Saat 11 olunca gazinonun bir an içinde boşaldığını görürsünüz, o kadar sessiz, o kadar sessizce ki; arkama dönüp baktığım zaman beş, on masanın etrafında üçer beşer kişiden başka kimsecikler kalmamış.

Beni yalnız bırakmak istemeyen zata sordum:

-Hepsi bu kadar mı?

O cevap verdi:

-Azizim burası ticaret memleketi vakıa daha işler başlamadı ama işleri hazırlık çoktan başladı gördüğünüz kimselerin çoğu iş sahiplerinden ve ailelerinden ibaret erken yatmak erken kalkmak erken işe başlamak lazım..

Belli ki buranın tüccarlık hayatı araştırmaya çok değer…”

*Soyadı kanunuyla “Topuz” soyadını alan, daha sonra bu soyadını başkaları da kullandığı için “Işıl” soyadını kullanmaya başlayan Hüseyin Rıfat, Eserlerinde “Rıfat” imzasını ve “Mazlum” mahlasını da kullandı. 1878 yılında İzmir’de doğdu. İzmir Rüşdi ve İdadi mekteplerinde okudu. Ticaret hayatına atıldıysa da başarılı olamadı. Hizmet gazetesinde çalışmaya başladı, bir süre bu gazetede çalıştıktan sonra İstanbul’a gitti ve Eczacılık Fakültesine girdi. Diploma alacağı 1902’de öğrenimini yarıda bırakarak Yunanistan’a kaçtı.

Rumca bilen Hüseyin Rıfat burada iki yıl kaldı. İstanbul’a dönüşünde tutuklandı, ailesinin araya girmesiyle serbest bırakıldı ve diploması verildi. İzmir’e giderek “Şifa” eczanesini açtı, bu işe de alışamadığından kısa sürede eczanesini kapattı. Meşrutiyet’in ilanından önce İzmir taburlarına katılarak Manastır’a gitti, ardından İzmir’e döndü. 1908’den sonra pek çok gazetede çalıştı. Seyr-i Sefain Meclisi azalığı yaptı, bu meclis kaldırılınca Maarif Matbaası’nda memur oldu. Rıfat 24 Şubat 1954 tarihinde ölmüştür.

İlk kitabı Ömer Hayyam’ dan seçtiği rubailerin yer aldığı Rubaiyyat-ı Hayyam ve Manzum Tercümeleri, İkinci kitabı çoğu hece ve birkaçı aruz ölçüsüyle kaleme alınmış şiirlerden oluşan ‘Kırık Kavaldan Sesler’ dir.. 1937’de Mevlâna Rubailerinden Manzum Tercümeler isimli bir kitap daha yayımlamıştır. Dırıltılar, Zırıltılar adlı kitabında ise hiciv şiirlerini bir araya getirmiştir…

Çok sayıda şiiri ünlü besteciler tarafından bestelenip ölümsüz hale gelmiştir;

Lemi Atlı (Bir Handene Meftun Olan Aşıkları Kandır)

Şerif İçli (Düş Ben Gibi Aşka Sadakat Ne İmiş Gör),

İsak Varon (Bir Gün Geleceksin Diye Sevdamı Avuttum),

Necdet Tokatlıoğlu (Gördüm O Yeşil Gözleri Bir Lahzada Yandım)

– Kazım Nami Erdölen (Sen Nazla Gezerken Güzelim Güller İçinde) (Mersin Times)

Devamını Oku

Yıkılanın yerini hangi sistem alacak?

Yıkılanın yerini hangi sistem alacak?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

ABDULLAH AYAN

Dünya, 20 Ocak günü yemin ederek Başkanlık koltuğuna oturan Trump’ ı zücaciye dükkânına dalan bir filin yaratacağı tahribatı izler gibi nefesini tutarak izliyor…

Yayınladığı Sayısız kararnameyle sadece ülkesinin kurulu düzenini sarsmakla kalmıyor, verdiği demeçlere yansıyan talepleri, ‘şimdilik’ ticaret savaşlarıyla terbiye etmeye kalktığı Meksika, Kanada, Çin gibi ülkelerin ardından sıranın AB ülkelerine geleceği tehdidiyle sürüyor…

45 gün içinde ABD dostu ülkeleri azaltıp, düşmanları çoğaltmak ancak Trump ve kayıtsız şartsız kendisine bağlı Başkan yardımcısı Vance ile Elon Musk gibi bir ekip tarafından başarılabilirdi, zor olanı gerçekleştirdiler…

Trump’ ın hedefleri; Grönland’ ı satın almak, Gazze’ yi Filistinlilerden temizleyip keyif çatacağı turizm merkezi yapmak, Panama kanalını yeniden devralmakla sınırlı değil…

Kanada’ yı 51. Eyalet olarak görmeyi de istiyor…

Son olarak davet ettiği, işgale uğramış ülkesini savunmaya çalışan Ukrayna lideri Zelensky’ yi üstelik kapalı kapılar arkasında değil, medyanın kameralarla görüntülediği basın toplantısında aşağılıyor, yerin dibine sokup Beyaz Saray’ dan kovuyor…

1945’ te kurulan dünya sistemi Sovyetler Birliği’ nin dağılması ardından Bush dönemi ABD’ nin Irak işgaliyle zaten çatırdamıştı, şimdi tüm mekanizmalarıyla yıkılıyor…

İşlevini yitiren Birleşmiş Milletler…

Güçlünün haklı haksız hiçbir gerekçe aramadan dilediği ülkeye saldırma hatta Gazze’ de olduğu gibi soykırıma varan insanlık dışı uygulamalara dur diyecek bir mekanizmadan da yoksun artık dünya…

Yeterince güçsüz hale getirilmiş, başta ABD olmak üzere güçlülere karşı birinci körfez savaşından beri hiçbir yaptırım gücü kalmamış Birleşmiş Milletler’ e de tahammülü yok Trump’ ın…

Bu nedenle ABD’ nin örgütten ayrılması için Cumhuriyetçi Senatörlere yasa teklifi hazırlatmaktan geri kalmıyor…

NATO gibi ABD hegemonyasının en büyük şemsiyesini oluşturan askeri yapıdan ayrılmayı, böylece ikinci dünya savaşından sonra güvenlik anlamında sırtını ABD’ ye yaslamış, böylece Sovyet tehdidinden uzak ekonomik büyümeye odaklanan Avrupa Birliği ülkelerini de kaderlerine terk etme planlarını hayata geçirmeye hazırlanıyor…

Ukrayna’ da Rusya’ nın işgal ettiği toprakları ülkesine katması, geri kalan Ukrayna topraklarındaki değerli minerallerin ABD’ ye devredilmesi planları dünyayı nasıl bir vahşi paylaşım savaşına sürüklediğini göstermesi bakımından ibretlik…

Koltuğa oturduktan sonra ‘4 yıl boyunca dilediğimi yaparım’ düşüncesi ABD gibi denge-denetleme mekanizmalarının tartışılmaz biçimde güçlü olduğu, son sözü bağımsız yargının verdiği bir ülkede ‘nasıl hayat bulabilir?’ sorusu sadece ABD değil, tüm dünyanın geleceği açısından da tarihi sınav olarak hayati önemde…

ABD müesses nizamının dur dememesi halinde Trump’ ın fütursuzluğu nereye vardıracağı geçtiğimiz hafta dile getirdiği sloganla ete kemiğe büründü aslında…

“Vatanını kurtaran hiçbir kanunu çiğnemiş olmaz.” Cümlesini sarf ederken gerçekten de kendisini kurtarıcı olarak gören yasalar üstü bir megaloman ile karşı karşıya hem ABD hem de dünya…

Aslında bir dönem sıkça duyduğumuz ‘mevzu vatansa gerisi teferruat’ mantığının Trump versiyonu bu, ülkesi ve dünyanın başına ne işler açabileceğini ön görmek zor değil…

Konu önemli çünkü 1945’ te kurulan dünya sistemi sadece BM’ ler çatısı altında sağlıktan gıda yardımına, kültürel faaliyetlerden iklime kadar sayısız örgütten ya da NATO gibi caydırıcı askeri gücüyle ABD’ nin belirleyici olduğu temel taşlarından ibaret değil…

ABD, aynı zamanda neredeyse tüm dünyanın kabul ettiği dolara dayalı küresel para sistemi sayesinde ayakta duran hegemon güç…

2024 sonu itibariyle yaklaşık 1 trilyon dolara ulaşan (918 milyar) dış ticaret açığını karşılıksız bastığı deyim yerindeyse kâğıt parçalarıyla finanse eden bir ülke ABD…

Gerçek bu kadar açıkken dünya sistemiyle oynamanın parasal cephede kendi ülkesine nelere mal olacağını görmemesi tam bir akıl tutulması…

4 Mart 2025 günü yayınladığı kararnameyle ABD’ nin iki komşusu Kanada ve Meksika’ ya daha önce bir ay ertelenen yüzde 25 gümrük vergilerinin derhal uygulanmasına karar veren Trump bununla da yetinmedi. Çin’ e koyulan yüzde 10 gümrük vergisini yüzde 20’ ye çıkardı…

Bu üç ülke neden önemli?

ABD, üç ülkeyle ticarette büyük açıklar veriyor..

Örneğin 2024’ te Çin 295 milyar dolar, Meksika 172 milyar dolar, Kanada ise 63 milyar dolar fazla döviz elde etti.

Trump’ ın uygulamaya geçirdiği yüksek gümrük oranları elbette karşılıksız kalmayacak…

Meksika gelişmeleri şimdilik sükûnetle karşılayacağını, sonra bir karara varılacağını açıklarken, Kanada anında ABD mallarına yüzde 25 gümrük vergisi misillemesiyle karşılık verdi.
Çin ise, karşılık olarak anında Amerikan tarım ürünlerine % 10 ila 15’lik gümrük vergisi artışı ilan etti.

Kanada, ağırlıklı olarak ABD’ li markaların otomobil üretim üssü…

Koyulacak gümrük vergileri hem o ABD’ li üreticilerin kârlarını etkileyecek, daha da önemlisi ev eşyası, giyim başta olmak üzere pek çok ürün Meksika ve Kanada’ dan geldiği için, ilave gümrük vergileri olduğu gibi tüketicileri vurup beklenmedik enflasyon doğuracak. Enflasyon ise FED’ in düşürmeye başladığı faizlerin yeniden artışa geçmesi demek…

Trump’ ın ilave gümrük vergileri uygulaması bu üç ülkeyle de sınırlı değil…

AB ülkelerini de unutmadığını son kabine toplantısı ardından yaptığı basın toplantısında açıkladı…

ABD’ye Avrupa Birliği’ nden ithal edilen mallara yüzde 25 gümrük vergisi koyacağını açıklarken AB’ ye bakışını gösteren sözleri şok ediciydi:

“Yakında AB ülkelerine yüzde 25 gümrük vergisi getireceğim ve bu otomobiller dâhil diğer her şey için geçerli olacak. … Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri’ni mahvetmek için kuruldu, amacı buydu ve bu konuda iyi bir iş çıkardılar ama şimdi ben başkanım”

Ukrayna’ yı Avrupa’ nın kucağına bırakması, bundan böyle Avrupa’ nın kendi güvenliğini sağlaması gerektiğini söylemesi yanında AB’ nin lokomotifi Almanya’ nın ABD ile 2024’ te ulaştığı 265 milyar dolarlık ticaret hacmini etkilemesi kaçınılmaz…

İkinci dünya savaşı sonrası ordu kurması engellenen Almanya artık ABD’ nin verdiği şemsiyeyi geri alma noktasına geldiğinin farkında…

Sıcak savaşlarla kan kaybeden dünya, şimdi de hazırlıksız yakalandığı Trump kasırgasıyla baş etmeye çalışacak…

Trump’ ın Ukrayna-Rusya savaşına ilişkin tutumu ve ticaret savaşları başta olmak üzere mevcut küresel sistemi yıkmaya yönelik girişimlerinin Türkiye’ ye olası etkileri başka bir makale konusu… (Mersin Times)

Devamını Oku

Sahi o masa neden devrilmişti?

Sahi o masa neden devrilmişti?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

ABDULLAH AYAN

Öcalan ile bir yıldır sürdüğü iddia edilen, kamuoyunun ise 20 Ekim 2024 günü MHP lideri Bahçeli’ nin Mecliste yaptığı ve bizler bir yana en yakın çevresini bile şaşırtan ‘Öcalan gelsin TBMM’ de konuşsun’ söylemiyle gündeme gelen sürecin en kritik dönemeci kazasız geçildi.

Öcalan’ın ‘silahları gömün, kurduğum PKK’ yi lağvedin’ çağrısıyla bugün artık yeni bir sürece, bir yanıyla yeni paradigmaya geçilmiş bulunuyor…

Süreç hangi yöne evrilirse evrilsin, klasik deyişle ‘bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…’

Aslında Özal’ dan başlayarak defalarca farklı adlar ve aktörlerin katkılarıyla pek çok kez  müzakere masaları kurulup çeşitli nedenlerle dağıtıldı. Bu nedenle yabancısı değiliz bugün yaşananlara…

Ancak girişimler arasında 2015 yılında süreç tam sonuca ulaşıp mutabakat metni tüm televizyonların canlı yayınında okutulurken akamete uğrayan ‘Dolmabahçe mutabakatı’ var ki, gelecekteki olasılıkları hesaplamak için o gün yaşananları yeniden anımsamak gerekiyor…

Aşağıda Haziran 2015 seçimleri öncesi Nisan 2015’ te kaleme aldığım makaleyi paylaşmakta yarar gördüm…

Bölgede yaşananlar ve bugünkü ortaya çıkan iç/dış koşullar, dinamikler ortadayken ‘tarih tekerrür eder’ iddiasında bulunacak değilim…

Ancak o makalede yaklaşmakta olan seçimlerin ve seçimler öncesi ortaya çıkan anketlerin yaratacağı siyasi depremi, Erdoğan’ ın iktidarı kaybetme olasılığı karşısında nasıl bir strateji değişikliğine gitmekte olduğunu hatırlamamızda yarar var diye düşünüyorum…

**

Sahi ‘Masa’ neden devrildi?

Bir zamanlar “Kürt sorunu benim meselemdir, siyasi hayatıma mal olsa da çözeceğim” söylemiyle öne çıkan Erdoğan bugün “bu ülkede Kürt sorunu yoktur”  noktasına savrulmakla kalmıyor. Bir adım ötesine geçerek ‘Kürt sorunu var’ demek, resmen bölücülüktür”  cümlesiyle sürece nokta koymuş görünüyor.

27 Şubat günü Dolmabahçe’ de iktidarın ağır toplarıyla aynı masa etrafında (birilerini tatmin edecekse masa değil sehpa da denebilir) bir araya gelen ve iktidara yakın medyanın bile “tarihi” olarak nitelendirdiği ortak açıklamayı birlikte yapan HDP’ lileri neredeyse taşlama pozisyonuna geçen yeni bir Erdoğan var karşımızda.

O Dolmabahçe görüntüsünü aradan 22 gün geçtikten sonra yerden yere vuran, neredeyse “ne müzakeresi?” diyecek kadar kafa karıştıran Erdoğan’ın bu keskin dönüşü konusunda herkes yer aldığı cepheye göre bir sürü yorum yapmakta.

Hükümet te yediği yumruklardan başı dönmüş boksör gibi abandone olmuş durumda.

Davutoğlu, Arınç ve özellikle Erdoğan’ a en yakın Akdoğan bile attıkları adımları, yaptıkları açıklamaları muhalefetten daha sert dille eleştiren “tarafsız” Cumhurbaşkanının söylemleri karşısında bir yandan kırılanları toparlama yerine geride bırakıp ricat ederken, toparlanması imkânsız durumu bırakın izahı, anlatmak bir yana anlamakta bile zorlanıyorlar.

Peki, bu duruma neden, nasıl gelindi?

Dediğim gibi herkes cephesine göre değerlendirme yapabilir ama objektif bakmayı bilen gözler için şaşılacak bir şey yok aslında.

12 yıldır yönetişim anlayışını dünyadaki başarılı örneklerden esinlenerek Türkiye koşullarına adapte eden ve son tahlilde Türk tipi başkanlığa Türk tipi pragmatizmle ulaşmayı hedefleyen Erdoğan’ ın başka türlü davranmasını beklemek şaşırtıcı olurdu.

Attığı her adımı kamuoyu yoklamalarıyla ölçen ve tepki gelmiyorsa ilerlemeye devam eden ama önemli her hamleden sonra eğer destek azalıyorsa geri çekilen veya durup fırtınanın dinmesini bekleyen stratejisini biraz da muhalefetin yetersizliği nedeniyle başarıyla sürdüren Erdoğan barış sürecinde de aynı taktiği deniyor.

Oslo’ dan başlayarak devleti oluşturan tüm dinamiklerin (bildiğimiz, bilmediğimiz tüm aktörlerden söz ediyorum) desteğiyle de süreci sahiplenen ve perde önündeki en önemli belirleyicisi durumuna gelen

Erdoğan bugün siyasi sahnede meşruluğu tartışılmaz HDP’ yi “terör örgütü yandaşı” olarak suçluyorsa, her şeyden önce o pragmatizmin Türk tipine dönüşmesiyle dökülmeye başlayan cilasını sorgulamamız gerekiyor.

Bir yandan Öcalan’ ın liderliğini kabul edip müzakere sürdürecek, BDP/HDP arabuluculuğunu destekleyecek hatta teşvik edecek, ama yaklaşan seçimdeki son anketler alarm verince dağdakileri bile siyaset sahnesine davet eden akıl, zaten siyaset yapsın diye seçilmiş halk temsilcilerine olmadık suçlamalarda bulunacak…

Ve süreç en zor virajlardan sonra bugün son düzlüğe doğru sağ salim gelmişken, büyük emekle inşa ettiğiniz barış kulesini üstündeki masayla birlikte bir hamlede yıkacaksınız.

İzahı zor gibi bir durum ama Erdoğan tipi pragmatizm adına hiç te şaşırtıcı değil.

Olan şudur:

Bırakın başkanlık için gerekli 330-400 arası Milletvekilini, tek başına AK Parti iktidarının bile zora girdiğini gösteren anketler ve o anketlerin ortaya serdiği hayli ilginç ama Erdoğan açısından bir o kadar riskli tablo var masada.

Bu tablonun gelecekteki olası yansımalarını Erdoğan bir yana, sokaktaki insan da biliyor…

İster “Dimyat’ a pirince giderken, evdeki bulgurdan olma” hali deyin, ister “gidip te gelmemek, gelip te bulmamak” diye atasözünü hatırlayın. 7 Haziran sonrası için sıralanan alternatiflerin içinde “gidişli” ihtimallerin payı hayli yüksek.

Bunun da en önemli nedeni, parti olarak seçime girme kumarını göze almış HDP’ nin barajı aşması halinde oluşacak yeni Meclis yapısı…

Demirtaş’ ın kemikleşmiş Kürt oyları dışında daha geniş kitleleri etkileyen söylemleri ve yükselen popülaritesi yanında, bugüne kadar BDP/HDP’ ye oy vermeyi aklının ucundan geçirmeyen pek çok insan Erdoğan’ ın kafa karıştıran gidişine dur diyecek tek formülün de HDP’ de düğümlendiğini görüyor.

Çözüm sürecinin 7 Haziran yaklaştıkça iki ayrı kutba, MHP ve HDP’ ye yaradığını, AK Parti’nin ise oy kaybına yol açtığını görüyor Erdoğan ve öncelikli hedef olarak ta Demirtaş’ lı HDP’ yi ne yapıp edip baraj altına çekecek hamleler yapmaya çalışıyor.

Aşağıda bana göre gerçekleşme olasılığı yüksek CHP %27, MHP %17 oy oranlarını sabit tutarak HDP’ nin muhtelif oy oranlarına göre AK Partinin çıkaracağı Milletvekili sayılarının nasıl değiştiğini gösteren bir simülasyona yer verdim. %1’ in bile Erdoğan’ ın geleceği bir yana ülkenin nereye doğru gideceğini belirlemesindeki etkisi gerçekten şaşırtıcı ama gerçek…*

Tabloda görüleceği gibi %9,9 oranıyla barajı aşmayan HDP sayesinde 311 MV alan AK Parti, CHP ve MHP’nin MV sayıları pek değişmezken HDP’ nin barajı aşmasıyla 43 MV’liği kaybedip iktidar için gerekli 277’ nin altına düşüyor. Hele HDP %13’ e yükselmesi yanında  %39’a gerileyecek AK Parti’nin MV sayısı 248’e ancak ulaşıyor.

7 Haziran seçimlerinin 14 Mayıs 1950’ deki beyaz devrimden sonraki en önemli kırılmaya yol açacağı artık sır değil…

Ve 7 Haziran artık genel seçimlerden öte koca ülkenin hangi yöne gideceğini belirleyeceğimiz tarihi karar ve kader anı…

*olası Oy oranlarına göre Milletvekili sayıları…

AKPCHPMHPHDP
%43 (311)%27 (144)%17 (95)%9,5 (0)
%42 (268)%27 (138)%17 (90)%10 (54)
%40 (253)%27 (139)%17 (95)%12 (63
%39 (248)%27 (138)%17 (96)%13 (68)

**

O makalede dikkat çekmeye çalıştığım tablo aslında 45 gün sonra gerçekleşen 7 Haziran 2015 seçimlerinde gerçekleşecek büyük depremi haber veriyordu…

Sonrasını hep birlikte yaşadık, yaşıyoruz…
İşte partilerin oy oranları ve çıkardıkları MV sayıları:
AKP %40,87 (258), CHP %24,95 (132), MHP %16,29 (80, HDP %13,12 (80) (Mersin Times)

Devamını Oku

Mersin narenciye ağaçlarını kavuran 1942 kışı…

Mersin narenciye ağaçlarını kavuran 1942 kışı…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

ABDULLAH AYAN

Mersin narenciyesini vuran unutamadığım dondurucu soğuklara 1984 kışında tanık oldum…

O yıl tüm bölgedekiler gibi Arpaçbahşiş’ teki bahçemizin de çoğu ağacı bir daha iflah olmayacak biçimde kavrulup yanmıştı…

1984’ te dondurucu soğuk sonucu narenciyede nelerin yaşandığını rekolte rakamları üzerinden anlamak mümkün…

1983/84 döneminde yaklaşık 250 bin ton olan limon üretimi 1985’ te 144 bin tona, 177.500 ton olan portakal üretimi ise 91 bin tona gerilemişti…

Yaşlılar ise hafızalarına kazınan soğuklarla ilgili 1942 kışını anlatır anılarında…

Sadece Mersin ya da Türkiye değil, 20. Yüzyılda Avrupa’ nın gördüğü en uzun ve soğuk kış olarak geçecektir 1941 sonlarında başlayıp 1942 Mart’ ına kadar süren, kıtayı kasıp kavuran soğuk dalgası…

Sibirya üzerinden gelen ve Nazilerin Rusya içlerine ilerleyişlerini durdurmakla kalmayıp 2. Dünya savaşının gidişatını değiştiren dönem olarak anılır…

Mersin’ deki etkileri ise 2 Ocak’ı 3 Ocak’a bağlayan gece yağan kar ve ardından kenti donduran ayazla görülecektir.

4 Ocak 1942 günü yayınlanan Yeni Mersin’ de yer alan haberi okuyalım:

“Kar evvelki gece az miktarda şehrimizde de yağdı..

Çukurova 30 seneden fazla bir zamandır görmediği karı evvelki gece görmek felaketine uğramıştır.

Kar muhitimize ancak 1326 senesinde (miladi takvimle 1910) bol miktarda yağmıştı. Evvelki akşam hava bulutlu olmasına rağmen soğuk başlamış ve biraz sonra saat 8.30 caddelerinde kar taneleri düşmeye başlamıştır.

Kar hafif bir miktar düştükten sonra hava açılmış ise de sabahleyin kalkanlar kiremitler üzerinde henüz karın erimediğini görmüşlerdir.

Aynı zamanda sular da donmuş, bu hal muhitimizde sebze ve bilhassa narenciye üzerinde ehemmiyetli derecede zararları mucip olmuştur.

Geçenlerde olan soğuktan esasen müteessir olan portakal mandalina ve limon meyve ve ağaçları bu kere daha fazla müteessir olmuşlardır. Henüz zarar ve Ziyan tespit edilmemiştir.”

**

İlerleyen birkaç gün içinde tablo daha netleşmiş ve özellikle narenciye üreticisinin uğradığı felaket daha net biçimde ortaya çıkmıştır…

8 Ocak 1942 perşembe günü Yeni Mersin’ in manşetten verdiği haber dramatik tabloyu yeterince özetlemekte:

“Soğuklar vilayetimiz dâhilinde narenciye ağaçları üzerinde ehemmiyetli tahribat yaptı.

Portakal limon mandalina mahsulünün %80’nin mahvolduğu tahmin ediliyor..

Her yerde olduğu gibi vilayetimiz dâhilinde de bir müddetten beri devam eden soğuklar oldukça ehemmiyetli derecede tahribat yapmıştır.

Memleketimizde mutedil iklime mahsus yetişen nebat ve çiçekler soğuktan tamamen müteessir olarak kurumuşlardır..

Devam eden soğuklardan bilhassa narenciye fazlasıyla müteessir olmuştur. Soğuklar sıfırın altında 7-8 dereceye kadar düşmesinden dolayı limon mandalina portakal birinci derecede müteessir olmuş ve birkaç derece daha soğuğa tahammülü olan turunç fidanları bile harap olmuşlardır.

Yapılan ilk tetkikata göre Mersin çevresindeki limon portakal ve mandalina mahsulünün 80- 90 nispetinde donarak hiçbir işe yaramaz bir şekil aldığı anlaşılmaktadır..

Geçen sene dikilen ve aşılanan fidanların gördüğü zarar çok ise de kâmilen kuruyup kurumadıkları ancak birkaç ay sonra belli olacaktır.

Denilebilir ki Mersin’in senelerden beri toprağa büyük hevesle döktüğü sermaye ve emeğin mühim bir kısmını kaybetmiştir.

Söylendiğine göre bugünkü halin ağaçların tekrar normal bir şekilde meyvedar olabilmesi için birkaç sene ikinci bir çalışma icap edecektir.

Yine söylendiğine göre şayet soğuk bir müddet daha devam edecek olursa memleket sermayesinin kâmilen mahvolmasından korkulmaktadır.

Portakal limon ve mandalinanın soğuklardan donması yüzünden bu maddeleri toptan alanlar büyük zararlara uğramışlardır..”

Soğuklardan zarar gören ağaç sayısını tam olarak tahmin etmek mümkün değil, ancak o yıl itibariyle 130 bini portakal olmak üzere 150 bin civarında ağaç olduğu pek çok kayıtta yer alıyor…

O günlere ait beni en etkileyen anılar ise Prof. Uğur Ersoy hocanın ‘Bir zamanlar Mersin’ de’ kitabında paylaştıkları…

Uğur Ersoy, Yakup Ersoy’ un babası…

Tek parti döneminin uzun yıllar CHP il başkanlığını yapmış, tüm ısrarlara rağmen Milletvekili olmayı kabul etmeyip kendini Mersin’ e hasreden Yakup Ersoy ise 1937’ de Mustafa Kemal’ in ziyaret ettiği ve o ‘dalından portakal koparıp yediği’ fotoğrafa konu olan bahçenin sahibi… -ki pek bilinmez aynı bahçeye bu ikinci ziyaretidir Atatürk’ ün…

Sadece Atatürk mü?

İsmet Paşa, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, Kazım Özalp, Celal Bayar, Hasan ali Yücel gibi devlet adamları…

Müzeyyen Senar, Münir Nurettin, Safiye Ayla, ünlü soprano Ayhan Aydan ve daha pek çok sanatçı…

Mersin’ e gelen her ünlü simanın mutlaka görmek istediği bahçe…

Gelelim 1942 kışı ve Uğur Ersoy’ un paylaştığı ağaçların kavrulduğu geceye…

“Babam bahçedeki tüm ağaçları çekirdekten yetiştirmiş olduğundan, onlara çocukları kadar düşkündü.

1942 yılında görülmemiş bir kış olmuştu, hani şu Alman ordularını Rus steplerinde perişan eden o ünlü kış. Mersin’de hava o kadar soğumuştu ki okulları Bir hafta tatil ettiler.

Yanılmıyorsam ısı sıfırın altında sekize düşmüş ve soğuk hava 10 gün Mersin’de çöreklenip kalmıştı.

Okulun tatil edildiği ilk gün ben de babamla bahçeye gitmiştim. Akşama doğru hava o kadar soğudu ki, yukarıdaki camlı odaya çıktık.  Hiç unutmam, babam pencereye burnunu dayamış ağaçlara bakıyordu.

Tam o sırada esmeye başlayan acı bir rüzgârın etkisiyle portakal ağaçlarının filizleri kavrulup donmaya başladı.

Babam bu sahneyi yarım saat kadar seyrettikten sonra orada bir sandalyeye çöktü, gözünden yaşlar akıyordu. Evladını kaybeden bir babadan farksızdı ve ben onu bu durumda görünce çok üzülmüştüm.

O kış tüm portakal ağaçları yaprak döktü…

Bu görülmüş bir olay değildi Mersin’de herkes portakal ağaçlarının kuruduğundan emindi. İlk şoku geçiren babam, hava biraz düzelince ağaçları budatmaya gübrelemeye başladı. Arkadaşları babamın bu gayretinin hiçbir işe yaramayacağı kanısındaydılar.

“Yakup vazgeç artık yenilgiyi kabul et. Allah’ın takdiri böyleymiş inat edersen hem emeklerin hem de param boşa gidecek. Sinirlerinin yıpranması da cabası” diyorlardı.

Babam vazgeçmedi hiç unutmam bir maç sonu beni bahçeye götürdü. Fayton da çok heyecanlıydı ve bana çok sevineceğim bir şey göstereceğini durmadan tekrarlıyordu. Bahçeye geldiğimizde merakımdan yerimde duramıyordum. Babam kurumuş sanılan portakal ağaçlarının dallarında belirmeye başlayan küçük filizleri bana gösterirken Sevinç ve gurur gözyaşları döküyordu bu duygusal an sona erdikten sonra bana döndü;

‘Bak oğlum gördüğün gibi öldüğü iddia edilen ağaçlar Filiz veriyor, bunlar benim evlatlarım 10 küsur yıl önce dişinle tırnağımla uğraşarak yetiştirdim onları.’

Devamını Oku

Mersin limanı, işletmecinin bir kuzudan kırk post çıkarma halleri…

Mersin limanı, işletmecinin bir kuzudan kırk post çıkarma halleri…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

ABDULLAH AYAN

Son günlerde Mersin liman işletmecisi M.İ.P.’ nin uyguladığı fiyat tarifesine yönelik tepki dalgası büyüyor…

Liman’ dan hizmet alanların ferdi isyanlarından söz etmiyorum.

Önce MTSO meslek gruplarının, ardından çok daha kapsamlı biçimde ve hayata geçirilen fiyatları tek tek masaya yatırıp bugüne kadar hep fulü kalmış fotoğrafı netleştiren Deniz Ticaret Odası yetkililerinin basın toplantıları…

Üstelik iki kurumun da tepkileri bir biri ardına ve Şubat 2025’ te kamuoyuna yansıdı…

Demek ki bıçak kemiğe dayanmış diyeceğim ama gerçek öyle değil…

M.İ.P limanı devraldığı 2007 Mayıs ayından başlayarak 31.12.2006 tarihinde TCDD Liman Daire Başkanlığının dolar bazında uyguladığı tarifeyi 3 yıl boyunca değiştirilmeyeceği hükmüne rağmen yıllar bir yana aylar içinde birbirini takip eden zamlar yapmakla kalmadı.

Devlet tarafından işletilirken ücretsiz verilen bazı hizmetlerden ücret almaya, o güne kadar olmayan hizmetler keşfederek ilave para tahsil etmeye başladı…

Örneğin limanı devraldığı güne kadar ücretsiz olan ‘Kilit çözme’ hizmetinden konteyner başına 5 dolar almak, yine devlete ait kurum işletirken ücretsiz olan Uluslararası Güvenlik Sistemi (ISPS) hizmetinden dolu konteynerden 9, boş konteynerden 3 dolar almak gibi uygulamalar 2007 Mayıs’ ından sonra başlatıldı…

31.12.2006 tarihinde devletin liman işletmesi 20 lik konteynerin doldurma/boşaltma (elleçleme) hizmetini 50 dolara, 40 ‘lık konteyneri ise 85 dolara veriyordu.

M.İ.P imzaladığı sözleşmenin 9.16.2 maddesi; “11.05.2010 tarihine kadar işleticinin uygulayacağı tarifeler TCDD’ nin 31.12.2006 tarihinde ABD doları bazında uygulamakta olduğu tarifelerden daha yüksek olmayacaktır hiçbir yoruma, izaha gerek duyulmayacak kadar açık olmasına rağmen M.İ.P;

Limanı devraldığı günün ertesi 11.5.2007’ de o güne kadar 50 dolar olan 20 lik konteyner elleçlemesini 89 dolara, 15.4.2008’ de de 95 dolara çıkaracak ve hizmet alanlar sözleşmeye aykırı zamları izlemekle yetineceklerdi…

Peki, 3 yıllık ‘tarife değişikliği yapamazsın’ maddesi, süre dolduğunda meydanı tamamen MİP’ e mi bırakıyordu?

Mayıs 2010’ da Yaptığım başvuruya Özelleştirme İdaresi Başkanlığı 14.6.2010 tarihinde verdiği yanıtta sözleşmenin tarife uygulamasıyla ilgili 9. Maddesine atıfta bulunarak şu bilgiyi vermişti:

“işletici 11.5.2010 tarihinden sonra da bir hizmet için, maliyetini ciddi biçimde aşacak şekilde ‘fahiş fiyat’ uygulamasından kaçınmakla yükümlüdür’

31.12.2006 tarihinde Devlet işletmesinin 50 dolara verdiği 20 lik konteyner hizmetini 2025 itibariyle MİP kaça veriyor?

İşçisini kendisi verirse 190 dolara, işçisiz 160 dolara…

Dolar bazında artış oranları yüzde 300-400 arası…

Devlet işletirken ücretsiz verilen Kilit açma ve ISPS gibi uygulamaların paralı hale getirilmesiyle bitti mi bir kuzudan çok sayıda post çıkarma halleri?

İki uygulama bu alanda ders olarak okutulacak cinsten…

– 2013 yılından beri ücretsiz olarak uygulanan ve 2023 Mayıs ayında askıya alınan yanaşma penceresi uygulaması (limana geliş zamanını önceden bildiren konteyner gemilerine öncelik tanınması, kuyruğa girmeden fazla para vererek bekletilmeme hali olarak ta tanımlanabilir)

Ağustos 2023’ten itibaren, yükleme boşaltma ücretlerine ilave olarak 20’lik konteyner için 30 dolar, 40’lık konteyner için 60 dolar bedelle yeniden hayata geçiriliyor…

Dakikaları bile değerli büyük konteyner gemilerinin tercih ettiği uygulamanın gün sonunda faturasını kimin ödediği sır değil…

Ve Şubat 2025’ te başlatılan ve gerçekten de ek gelir yaratmada zirveyi zorlayan inovatif bir buluşla noktalayayım şimdilik…

M.İ.P 10 Şubat 2025 tarihinden itibaren yükleme boşaltma yapan firma ve acentaların o güne kadar bildirdikleri kantar ağırlıklarını kabul etmeyeceğini ve bundan böyle limana giriş yapacak tüm konteynerlerin tartım işlemini kendi kantarında yapılacağını duyuruyor…

Yılda yaklaşık 2 milyon konteynerin elleçlendiği bir limanda bundan böyle MİP’ in tek tabanca olduğu uygulamanın mali portresi nedir diye sorarsanız?

20 lik konteynerde kdv dâhil 6,33 ve 40’ lık konteyner başına 9 dolar…

Ortalama 7 dolar deseniz ve yılda 1,5 milyon konteyner tartıldığını varsaysanız 10 milyon dolarlık bir ilave gelir…

Yüzde 90’ ı yabancı gruplara ait, limanı devraldığı günden beri oluşturduğu lobi gücüyle sahipsiz Mersin’ in tüm duyarlılıklarına meydan okuyan M.İ.P’ nin gerçekten de şapka çıkarılacak ‘hayli ilginç’ uygulamalarını belli ki, dün olduğu gibi bundan böyle de elimiz böğrümüzde izlemeye devam edeceğiz… (Mersin Times)

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.